8 Aralık 2010 Çarşamba

KARL MARX



Karl Heinrich Marx (okunuşu: Karl Haynrih Marks) (5 Mayıs 1818 Trier - 14 Mart 1883 Londra) 19. yüzyılda yaşamış filozof, politik ekonomist ve devrimci. Komünizmin kuramsal kurucusudur. Birçok politik ve sosyal konuda fikri olmakla beraber, en çok Komünist Manifesto'nun (1848) giriş cümlesinde özetlediği tarih analiziyle tanınır: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir." Marx, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalizmin de kendini yok etmeye yol açacak içsel dinamikler barındırdığına inanırdı; onun düşüncesine göre, nasıl ki kapitalizm eskimiş feodalizmin yerini aldıysa, sınıfsız bir toplum olan komünizm de "devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı" siyasal geçiş sürecinden sonra onun yerini alacaktır.
Marx, sosyoekonomik değişimlere belirli bir tarihsel zorunluluk perspektifinden bakardı; ona göre kapitalizm, yapısal durumunun dinamiği ve çatışması sonucu yerini komünizme kesin olarak bırakacaktır:

« Modern sanayinin gelişmesi, burjuvazinin ayaklarının altından bizzat ürünleri ona dayanarak ürettiği ve mülk edindiği temeli çeker alır. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır. »

(Komünist Manifesto)
Marx, bu değişimin organize bir devrimci hareketle geleceğini düşünür; bu değişim, ancak uluslararası işçi sınıfının birleşik hareketiyle meydana gelecektir: "Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar." (- Alman İdeolojisi)
Marx yaşadığı dönemde dünya çapında ünlü bir isim sayılmasa da, ölümünden kısa bir süre sonra düşünceleri dünya işçi hareketine yön vermiştir. Marksist Bolşeviklerin Rusya'da Ekim Devrimi'ni gerçekleştirmesi bunun en büyük örneğidir. 20. yüzyılda dünyada Marksist düşünce hemen hemen bütün ülkelerde taraftar bulmuştur. Marksizm, akademik ve politik çevrelerde en çok tartışılmış konulardandır.

Prusya Krallığı'na bağlı Trier kentinde yedi çocuklu Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak Karl Heinrich Marx adıyla dünyaya geldi. Babası Heinrich (1777–1838) Aydınlanma düşünürleri Voltaire ve Rousseau'ya hayrandı. Prusya makamları, bir Yahudi'ye hukuk diploması vermeyeceği için Prusya'nın resmi inancı olan Lüterciliği seçti, Hıristiyan oldu. Annesinin ismi Henrietta (1788–1863), kardeşlerinin isimleri Sophie, Hermann, Henriette, Louise, Emilie ve Caroline'dir.

Marx, on üç yaşına kadar evde eğitildi. Gymnasiumdan mezun olduktan sonra, 17 yaşında hukuk okumak için Bonn Üniversitesi'ne kaydoldu. Marx'ın edebiyat ve felsefe okuma isteği babasının gelecekte kendisine ekonomik anlamda bakamayacağı gerekçesiyle reddedildi. Sonraki sene babası tarafından daha saygın bir üniversite olan Berlin'deki Friedrich-Wilhelms Üniversitesi'ne yollandı. Bu dönemde Marx birçok şiir ve hayat hakkında deneme yazmıştır, bu yazılarda üniversitedeki Genç Hegelciler'in ateist düşüncesinin de etkisi görülür. 1841'de "Demokritosçu ve Epikürcü Doğa Felsefesi Arasındaki Farklar" isimli teziyle doktorasını verdi.


Genç Hegelciler, Ludwig Feuerbach ve Bruno Bauer etrafında toplanmış hocaları Hegel'i eleştiren bir grup felsefeci ve gazeteciden oluşuyordu. Hegel'in metafizik çıkarımlarını eleştirmelerine karşın, teolojik boyutundan koparttıkları diyalektik metodu dini ve politikayı analiz etmekte kullanıyorlardı. Bu grubun bazı üyeleri post-Aristo felsefesi ve post-Hegelci felsefe arasında bir analoji çizer. Bunlardan biri Max Stirner, Feuerbach ve Bauer'i Biricik ve MülkiyetiFeuerbach takipçisi olan Marx, bu kitaptan etkilenerek Feuerbach materyalizmini terk edip, daha sonra epistemolojik kopuştarihsel materyalizm kavramının temellerini attığı Alman İdeolojisini (1846 Die Deutsche Ideologie) yazar, ancak bu kitabı yayımlayamaz. (1845, "Der Einzige und sein Eigenthum") isimli kitabıyla eleştirir, bu ateistlerin soyut kavramları somutlaştırarak dindar bir görünüm kazandığını söyler. Bir denilecek kırılmaya yaklaşmıştır. Bundan sonra Stirner ve Feuerbach'ı eleştirdiği ve

1843 Ekim ayının son günlerinde Marx Paris'e gider. 28 Ağustos 1844 tarihinde Paris'in ünlü bir kafesinde (Café de la Régence'te) Friedrich Engels ile tanışır ve hayatının en önemli dostluklarından biri böylece başlamış olur. Engels'in Paris'e gelmesinin en önemli sebebi Marx'la tanışmaktır, daha önce bir sefer 1842 yılında Marx'ın çıkardığı Rheinische Zeitung Engels Marx'a en önemli eserlerinden birini gösterir "1844 Yılında İngiltere'de İşçi Sınıfının Koşulları." Paris o dönemde İngiliz, Alman ve İtalyan devrimcilere ev sahipliği yapıyordu, aynı şekilde Marx da Arnold Ruge ile çalışmak için Paris'e gelmişti, ikili Şubat 1844'te bir defalığına Deutsch–Französische Jahrbücher gazetesini çıkarabildiler.gazetesinin ofisinde karşılaşmışlardır.
Bu gazetenin başarısızlığından sonra Marx, Paris'teki en radikal Alman gazetesi Vorwärts'ta yazar, bu gazete Avrupa'daki en önemli radikal gazetelerdendir. Marx genellikle Hegel üzerine yazar, Yahudi Sorunu Üzerine isimli makalesi için çalışır. Fransız Devrimi ve Proudhon'u inceler, işçi sınıfı üzerinde düşünmeye başlar.
Bauer'e bir cevap niteliği taşıyan ve Genç Hegelciler'e olan mesafesini belirlediği Yahudi Sorunu Üzerine yayımlanır. Bu makale sivil haklar ve insan hakları ve politik özgürleşme kavramlarının eleştirisini içermekle birlikte, Yahudilik ve Hıristiyanlığa da sosyal özgürleşme hususunda önemli eleştiriler getirir. Engels, Marx'ın çalışma alanlarını işçi sınıfının durumu ve iktisat konularına yoğunlaştırmasında yönlendirici olur. 1844 Elyazmaları'nda bunun ilk örnekleri yer alır, ancak bu yazılar 1930'lara kadar yayımlanmadan kalır. Bu elyazmaları temel olarak kapitalizmde insan emeğinin, yabancılaşmasının olgusal analizini içerir.
Ocak 1845'te Vorwärts, Prusya Kralı Frederick William IV'e gerçekleştirilen suikast girişimine olan desteğini açıkça belirtince Marx ve arkadaşlarına Paris'i terk etmeleri emredilir. Engels'le birlikte Brüksel'e geçerler.
Marx bundan sonra kendini Alman İdeolojisi'nde temellerini attığı tarih çalışmasına ve tarihsel materyalizm görüşüne adar. Bu görüşün temel savı "İnsanların varlığını belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların toplumsal varlığıdır." olarak özetlenebilir. Marx artık tarihi "üretim ilişkilerine bağlı olarak" ele almaya başlar ve mevcut endüstriyel kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü üstünde çalışır. Bu dönem, daha sonra akademisyenlerin ayırdığı, Feuerbach etkisi görülen Genç Marx'tan kopuş dönemidir.
1847 yılında yazdığı Felsefenin Sefaleti, Pierre-Joseph Proudhon ve Fransız sosyalist düşüncesine bir eleştiri ve cevap niteliği taşır. 21 Şubat 1848 tarihinde, Komünist Birlik ve Avrupa'daki bazı komünist grupların manifestosu olarak Marx ve Engels'in en ünlü çalışması Komünist Manifesto yayımlanır.
1848 yılı Avrupa'da köklü devrimlerin başgösterdiği bir yıldır. Marx yakalanır ve Belçika'dan sınır dışı edilir. Radikal hareketlerin Fransa'da güçlenmesiyle Marx tekrar Paris'e davet edilir, geri dönerek devrimci hareketlere tanıklık eder.
1849 yılında tekrar Almanya'ya (Köln'e) geri döner ve Neue Rheinische Zeitung gazetesini çıkarmaya başlar. Bulunduğu sürede iki defa mahkemeye verilir, ikisinden de beraat eder. Gazeteye baskının artması sonucu Paris'e döner, buradan da yollanır ve en sonunda Londra'ya iltica eder.

Mayıs 1849'da ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra'ya yerleşir. 1851'de New York Herald Tribune gazetesinde muhabir olarak çalışır. 1855'te oğlu Edgar veremden ölür. Parasızlıktan ve kötü yaşam koşullarından dolayı politik ekonomi üstündeki çalışması çok ağır ilerlemesine rağmen 1857'de sermaye, özel mülkiyet, ücretli emek ve devlet üstünde yazdığı 800 sayfalık çalışma vardır. 1858'de çalışmalarını topladığı Grundrisse ancak 1939 yılında yayımlanır. Yayımlanan ilk ciddi iktisadı çalışması 1859 yılında yayımlanan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabıdır. Adam Smith ve David Ricardo'nun teorilerini tartıştığı Artı-Değer Teorileri1867'de dev çalışması, kapitalist üretim sürecini analiz ettiği Kapital'in ilk cildi yayımlanır. İkinci ve üçüncü cildi üstünde çalışmalarını sürdürür ancak bu ciltler ölümünden sonra Engels tarafından yayımlanabilecektir. 1862-63 arasında yazdığı el yazmalarından oluşmaktadır. Bu kitap, ölümünden sonra yayımlanmıştır. Bu iki çalışma da Kapital'in taslaklarını ve çeşitli bölümlerini içerir.

Kapital'in dev bir araştırma ve analiz olması, Marx'ın sürdüğü sefalet bu eserin tamamının yayımlanmasını geciktirmiştir. Bunların dışında zamanının ve enerjisinin önemli bir kısmını Birinci Enternasyonal'e ayırması da yazma sürecinin ağır işlemesine sebep olmuştur. Kongrenin düzenlenmesinde aktif olarak görev alan Marx, kongrede Mikhail Bakunin önderliğindeki anarşist sol akım ile ciddi fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşamıştır. 1872'de gerçekleşen Lahey Kongresi'nde Bakunin'in Marx'ın fikirlerini "otoriter" olarak değerlendirmesiyle iki grup arasında büyük çekişmeler yaşanmış, sonunda Bakunin ve anti-otoriter çevreler kongreden ihraç edilmiştir. Paris Komünü sırasında yaşananlar, Lahey Kongresi'ndeki fikir ayrılıklarının da önemli bir bölümünün kaynağıdır. Bölünme Marx'ı da derinden etkilemiş ve Fransa'da İç Savaş makalesiyle Paris Komünü'nü savunmuştur.
Marx'ın sağlığı son on yılda gittikçe bozulmaya başlamıştır, bu yüzden önceki yıllarında gösterdiği üretkenliği sağlayamamıştır. 1875'te yayımlanan Gotha Programı'nın Eleştirisi devrim stratejisi, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş ve işçi sınıfı partisi konularını ele alır. Bu kitapta, "Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre" prensibinin komünist toplumunun sloganı olması gerektiğini beyan eder.

Karl Marx, bir Prusya baronunun eğitimli kızı Jenny von Westphalen ile evlendi. Marx ve Westphalen ailelerinin istememesi yüzünden bu beraberlik önceleri saklı kaldı, daha sonra çift 19 Haziran 1843 tarihinde evlendi.
Aile, 1850'li yıllarını yokluk içerisinde Londra'nın Soho semtinde bulunan üç odalı bir evde geçirdi. Marx ve Jenny'nin bu yıllarda dört tane çocuğu oldu, daha sonra Jenny üç çocuk daha doğurmuştur, fakat yedi çocuktan sadece üç tanesi hayatta kalarak ergenliğe erişebildi (Bu 3 çocuktan 2'si ise olgunluk yaşlarında intihar etmiştir). Manchester'da aile işini yürütmekte olan Engels, bu yıllarda Marx'ın en büyük maddi destekçi oldu. New York Daily Tribune'de muhabir olarak çalışan Marx, buradan da bir miktar para alıyordu. Aile, Jenny'e 1856 yılında kalan miras sayesinde gene Londra civarında görece sağlıklı bir yere taşındı. Marx hemen hemen bütün hayatını kıt kanaat geçirdi, yokluk peşini hiçbir zaman tam olarak bırakmadı.
Marx'ın çocuklarının isimleri şunlardır: Jenny Caroline (Longuet; 1844–1883); Jenny Laura (Lafargue; 1846–1911); Edgar (1847–1855); Henry Edward Guy ("Guido"; 1849–1850); Jenny Eveline Frances ("Franziska"; 1851–1852); Jenny Julia Eleanor (1855–1898) ve Temmuz 1857'de henüz ismi konulmadan hayatını kaybeden bir bebek.

Aralık 1881'de karısı Jenny'nin ölümünden hemen sonra Marx'ın da sağlığı bozuldu, son on beş ayını katar hastalığıyla geçirdi. Bu hastalık bronşit ve plöreziye yol açmış, Karl Marx 14 Mart 1883 uyruksuzdu. Londra'daki mezartaşının üst bölümünde Komünist Manifesto'nun son cümlesi büyük harflerle yazılıdır: tarihinde hayatını kaybetmiştir. Öldüğünde
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Alt bölümünde ise Feuerbach Üzerine Tezler'in 11. bölümünün sonu yer alır:
Filozoflar dünyayı, yalnızca, çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.


FELSEFESİ

Marx'ın felsefesinin dayanak noktası insanın doğası ve toplum içindeki yeridir. Hegelci diyalektiğin yardımıyla insan doğasının değişmezliği kavramını reddeder. Burada kastedilen insan doğası, fizyolojik ihtiyaçlar değil insanın toplum içinde yarattığı hareket ve davranış biçimidir. Bunu da "tarihsel süreç" ve "doğa" kavramlarını bir arada ele alarak yapar. Sosyal koşulların davranışı belirlemesi, doğanın insanın davranışını belirlemesinden önce gelir. Ama bu insan doğasının varlığını reddetmez, yabancılaşma teorisi bunun üstüne kurulur. İnsan emeği kaçınılmaz olarak doğal bir kapasite gerektirir ama bu da insan bilincinin aktif rolüne sıkıca bağlıdır:
Örümcek, işini dokumacıya benzer şekilde gördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın, yapısını gerçekte kurmadan önce, onu hayalinde kurabilmesidir.
—Kapital, 1. Cilt, Üçüncü kısım, 7. bölüm, 1. Kesim 
Marx'ın tarih analizi, tarım toplumlarında toprak ve kürek, sanayi toplumunda madenler ve fabrikalar olarak sayılabilen yani bir malın üretimi için doğrudan gerekli üretici güçler ve bu üretim araçlarını kullanan insanların kurduğu sosyal ve teknolojik ilişkileri tanımlayan üretim ilişkileri arasındaki ayrıma dayanır. Bu ayrım ve bağ üretim biçimini oluşturur. Marx, Avrupa'da üretim biçiminin değişmesiyle birlikte feodalizmden kapitalist üretim biçimine geçildiğini söyler. Marx üretici güçlerin, üretim ilişkileriden daha önce geldiğini ve daha hızlı değiştiğini söyler. Felsefenin Sefaleti çalışmasında bu durum şöyle yer alır:
Toplumsal ilişkiler, üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdırlar. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar kendi üretim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yeldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu.

Marx toplumdaki sınıfların bu üretim biçimlerine bağlı olarak oluştuğunu söyler. Bir sınıfı oluşturan insanlar kendi istekleri yahut bilinçleriyle bir araya gelmiş değildir. Her sınıfın da kendi çıkarına farklı bir isteği vardır, bu da toplumda çatışmaya yol açar. İnsanlık tarihinin en kalıtımsal özelliği sosyal sınıfların çatışmasıdır:
Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.

Marx insanların kendi emek gücü ve bunla olan ilişkisiyle de ilgilenmiştir; yabancılaşma sorunu özellikle Genç Marx'ın ilgilendiği bir alandır. Kapitalist sistemde insan kendi doğasına yabancılaşmasıyla, hem kendi emeğine hem üretim sürecine hem de sosyal ilişkilerine karşı yabancılaşır. Kapital'de yerini daha ayrıntılı biçimde tanımladığı meta fetişizmine bırakır.
Yanlış bilinç de Marksist terminoloji içinde önemli bir yere sahiptir. İdeoloji kavramıyla oldukça yakından bağlantılıdır ve onu olumsuzlar. Üretim araçlarına sahip sınıf, aynı zamanda kendi dünya görüşünü de alt sınıflara pompalar. Böylece proletarya kendi çıkarının nerede olduğunu göremez, düzeni değiştirme şansının olmadığını düşünür. Olayları devrimci bir düşünceden uzak olan din veya insan çerçevesinden görür. Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı'da şöyle der;
Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.


7 Aralık 2010 Salı

ANAKSAGORAS



Anaksagoras, (Yunanca: Ἀναξαγόρας, M.Ö. 500-428), Klazomenai'lı olup, Sokrates öncesi düşünürlerden bir tanesidir. Ana madde ve ilk hareket ettirici neden öğretisi vardır.

Doğum yeri olarak bugün Urla yakınında bulunan eski adıyla Klazomenai şehri gösterilir. Bu şehrin soylu ailelerinden birine mensuptur. Bütün servetini, hayatını adadığı bilimsel araştırmalar uğruna tüketmiş olduğu rivayet edilir. İ.Ö. 468 yılında düşen bir gök taşını incelemiş ve onun kızgın bir taş kitlesi olduğu kanaatine varmıştır. Anaksagoras Atina'ya yerleşmek için gelen ilk düşünürdür. Böylece Atina felsefe dünyasına girmiştir. Burada iyi karşılanmış, dönemin en güçlü kişisi olan Perikles'in dostu olmuştur. Devrin başka bir önemli siması olan tragedya yazarı Evripides'le de dostluk kurmuştur. Gök cisimlerini incelemesi ve gök taşının düşmesi onu evrensel düzenle ilgili yeni kuramlar geliştirmeye itmiştir. Ay ve güneş tutulmaları, gök taşları, gök kuşağı ve Peloponnesos'dan daha büyük ve ışık saçan bir kütle olarak tanımladığı güneş ile ilgili bilgiler vermeye çalışmıştır. Gök cisimlerinin dünyayla aynı yapıda olduğunu ileri sürmüştür. Bununla birlikte bu kuramları halkın inançlarına ters düşmüştür. Zira o dönemde güneş Yunanlılar için bir tanrıdır ve onu bir taş olarak nitelendirmek büyük saygısızlıktır. Bu nedenle İ.Ö. 450'de Anaksagoras, Perikles'in siyasi karşıtları tarafından, yerleşik inanca karşı geldiği gerekçesiyle mahkemeye verilmiştir. Perikles sayesinde serbest bırakılmışsa da yine de Atina'dan ayrılıp İyonya'da bulunan Lampsakos'a (şimdiki Çanakkale-Lampsakos) gitmeye zorlanmıştır. İ.Ö.428'de orada ölmüştür. Ölümünden sonra Lampsakos agorasına heykelinin dikildiği ve de öğrencilerin onun ölüm yıldönümlerinde anma törenleri düzenledikleri söylenir.

VARLIK KURAMI

Varlığın temel köklerini tohum olarak adlandırmıştır. Ona göre doğada nitelik bakımından ne kadar çeşit varsa o kadar da tohum vardır. Duyularımızla algıladığımız nesnelerde tüm tohumların bulunduğunu ve bu nesnelerin kendilerinde ağır basan tohumun karakterini aldığını, onun adıyla anıldığını söyler. Kendi kendine hareket eden tohumlardan ayrı bir hareket ettirici neden bulunması gerektiğini düşünmüştür. Bu nedenin de Nous (ruh, akıl) olduğunu ileri sürmüştür. Nous tohumların birbirleriyle karışması ve birbirlerinden ayrılmasına neden olan hareket ettici kuvvettir.

4 Aralık 2010 Cumartesi

FRIEDRICH NIETZSCHE



Friedrich Wilhelm Nietzsche (d. 15 Ekim 1844 - ö. 25 Ağustos 1900), "Güç İstenci", "Üstinsan", "Bengidönüş" gibi özgün fikirlerle tanınan varoluşçu Alman filozof.
Nietzsche'nin felsefe öğretisi, kendi çağına tümden bir karşı çıkış olarak görülmektedir. Kendisinin bütün derdi, insanı akılcılığın kıskacından kurtarıp kendisi üzerinden düşünmesini Tanrı ölmüştür ve insanlar Dünya'da yapayalnız kalmışlardır. Bu yüzden insanlar Tanrı'dan bekledikleri umut ve istekleri bir kenara bırakıp kendilerini Dünya'ya adamalılar. Böylelikle düşünce ile yaşam arasında bağ kurulması daha kolay olur. sağlamaktır. Ona göre
Nietzsche, insanlara yeni değerler getirmeye çalışarak güçlü insanların egemenliğinde, çoğunluktan ibaret olan ve sürü olarak nitelendirdiği insanlıkta ilerlemenin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Sürü kendini feda ederek üst insanı belirleyecektir. Üst insan benim diyebilen, kendi gözleriyle gördüğü gerçekliği belirleyen insan olarak görülmektedir. Bütün varlığın temelinde daha güçlü olmaya yönelik irade vardır. Nietzsche'ye göre, insanoğlu sadece kendini korumak ve yaşamak istemez aksine asıl isteği daha da güçlü olmaktır.
Din, ahlak, çağdaş kültür, felsefe ve bilim gibi konularda eleştiriler yazmıştır. Nietzsche'nin etkileri felsefede, egzistansiyalizm ve postmodernizm üzerinde olmuştur. Değerlerin göreceliğini savunmuş, "iyi" ve "kötü" kavramlarını sorgulamış, eleştirmiştir.
Kendisini "Filozoflar içinde ilk psikolog" olarak tanımlayan Nietzsche, Psikanaliz'de kullanılan "BilinçAltı" (id) kavramından ilk kez bahseden kişi olmuş ve bu yönüyle Sigmund Freud ve Psikanaliz'i etkilemiştir.
Kıta felsefesinde ve analitik felsefede alternatif yollar göstermiştir. Yaşamı olumlama, bengi dönüş, anti platonizm onun felsefesinin temel taşlarıdır.
Nietzsche, erken ölümü ve hastalığı nedeniyle, "ne ahlaksal idealini, ne de trajik şiirini gerçekleştirebilmiştir.

15 Ekim 1844'te doğmuştur. Babası Karl Ludwig Protestan Kilisesinde papazdı. Karl Ludwig; Friedrich Nietzsche'nin annesi Franziska Oehler ile 1843'de evlenmişti. Doğumu Prusya Kralı IV. Friedrich Wilhelm'in doğum gününe rastladığı için adı Friedrich Wilhelm olmuştu. (Nietzsche daha sonra ikinci adı "Wilhelm"'i çıkardı.) Kız kardeşi Elisabeth, 1846'da doğdu ve ondan sonra 1848'de Ludwig adında bir erkek kardeşi oldu. Babası Karl Ludwig'in baş ağrılarına tanı konulamamıştı. Daha sonra hızlı ilerleyen bir tümör olduğu saptandı fakat babası kör oldu ve öldü (1849). Onun ölümünü Friedrich'in erkek kardeşi Ludwig izledi (1850). Bu kayıp yüzünden annesi ve kız kardeşi ile birlikte Naumburg'a taşındılar (1850). Böylece çocukluk yılları kadınların himayesinde geçti.

İlk öğrenimini Bürgerschule'de tamamladı. Orada Gustav Krug ve Wilhelm Pinder ile arkadaş oldu ve müzik de dahil pek çok konuda zekasını gösterdi. Müzik konusundaki üstün yeteneğine rağmen Müzikte sıradan biri olmaktansa hiç olmam. diyerek müzik kariyerini başlamadan bitirdi. On üç yaşında ilk eserini yazdı (1857). İlk şiirini de takiben 1861 yılında kafasını kurcalayan varoluş soruları üzerine yazdı.

1858 yılında ünlü protestan okul Schulpforta'yı kazandı. Orada Paul Deussen ve Carl von Gersdorff ile dost oldu. Şiir konusunda çalışmalarda bulundu. Müzikte kendini ilerletti. Üstün başarılar gösterdi ve öğrenimi esnasında da Antik Yunan ve Roma klasikleri ile tanıştı. Daha sonra teoloji ve klasik filoloji okumak için Bonn Üniversitesi'ne gitti. Burschenschaft Frankonia Bunda David Strauss'un Life of Jesus kitabı da etkili olmuştu.Alkol alıyordu ve sık sık kavga ediyordu. grubuna üye oldu ve ilk yarıyıldan sonra okulu bıraktı. İnancını kaybetmesi üzerine annesi bu duruma çok öfkelenmişti. Bununla birlikte hayat felsefesi yavaş yavaş oluşmaya başladı.
Bonn Üniversitesi'nden ayrıldı ve arkadaşı Friedrich Wilhelm Ritschl'in peşinden Leipzigfrengi hastalığını da yine bu dönemde bir genelevden kaptığı iddia edilir. Ayrıca bu dönemde Schopenhauer'in eserleriyle de tanıştı. Eğitimine devam ederken de, Rheinisches Museum dergisinde yazıları yayınlanıyordu. Üniversitesi'ne gitti. Ölümüne sebep olan
1866 yılında Schopenhauer ve Friedrich Albert Lange Geschichte des Materialismus ile tanıştı.

1882'de Nietzsche Lou Salome ile buluştu. Nietzsche ve Lou, Tautenburg'da yaz ayını birlikte geçirdiler. Burada Paul aracılığıyla Lou'ya evlenme teklifi yapan Nietzsche, red cevabıyla çok sarsıldı. Bundan sonra kış ayını geçirmek için Rapallo'ya gitti ve eseri Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü burada on günde yazdı. Kitabı hiç tutulmadı ve sadece kırk adet basıldı. Bunlar da yakın arkadaşlar tarafından nezaketen satın alındılar.
1886'da editörü Ernst Schmeitzner'den ayrıldı. Anti-semitik görüşlerinden rahatsız olmaktaydı. Daha sonra, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Tragedya'nın Doğuşu, İnsanca Pek İnsanca, Tan Kızıllığı, Şen Bilim eserleri üzerinde çalışmalar yaptı.
1886'lı yıllarda Meta von Salis, Carl Spitteler ve Gottfried Keller'la tanıştı. 1886'da kardeşi Elizabeth, anti-semitik görüşleriyle tanınan Bernhard Förster'la evlenip Nueva Germania'yı bulmak için Paraguay'a yerleşti. Nueva Germania bir Alman kolonisiydi. Bu iki kardeş bir daha Nietzsche hastalandığında görüşebileceklerdi.
Artık hastalığının daha da kötüleştiğinden şikayet ediyordu. Neredeyse yazamaz olmuştu. 1887'de Ahlak'ın Soykütüğü Üzerine adlı eserini bitirdi. Dostoyevski'nin eserleriyle tanıştı ve çok etkilendi.
1886 yılında, İyinin ve Kötünün Ötesinde adlı eserini bitirdiğini, Güç İstenci eserini de yazmaya başladığını ilan etti. Ayrıca Deccal ve Putların Alacakaranlığı eserlerine de başladı.
Sağlığı bir süre düzeldi ve yaz ayını iyi geçirdi. 1888'den itibaren çalışmaları "kendi durumu" ve "kaderi" üzerine yoğunlaşmıştı. 44. doğum gününde, Putların Alacakaranlığı ve DeccalEcce Homo ve Wagner Olayı eserlerini yazmaya karar verdi. eserlerini de bitirdi. Aynı zamanda,

3 Ocak 1889'da polis tarafından kargaşa çıkarmaktan tutuklandı. Gerçekte orada tam olarak ne olduğu bilinmiyor fakat söylentiler, Nietzsche'nin kırbaçlanmakta olan bir ata sarıldığı ve ağlayarak onu korumaya çalıştığı, sonra yere yığıldığı üzerinedir. Aynı olay Dostoyevski'nin romanı Suç ve Ceza'nın I/5 bölümünde, Raskolnikov'un da başına gelmiştir.
Bu olaydan sonra Nietzsche, "Mutsuz Mektuplar" olarak bilinen mektuplarını kaleme alıyor. Alman imparatorundan Papalık'a kadar pek çok yere mektup yazıyor.
3 Ocak'ta Buckhard, Nietzsche'nin mektuplarından durumunu anlıyor ve onu Basel'de bir kliniğe yatırıyorlar. Daha sonra annesi onu "Jena"'daki bir kliniğe nakil ettiriyor. Fakat doktorlar, Nietzsche'nin durumunun umutsuz olduğunu bildiriyorlar. Annesi, mart ayında Nietzsche'yi eve getirtiyor.
Bu süreçte, Nietzsche'nin eserleri üzerindeki tahrif süreci başlıyor. Önce arkadaşları tarafından, sonra Paraguay'dan kocasının intiharı üzerine geri dönen kızkardeşi tarafından eserleri değiştiriliyor.
Nietzsche 1889'un başlarında sokakta yürürken birden yere düştü. Uzmanlara göre bunun sebebi "sifilis". Nietzsche'nin semptomları beyin kaynaklı. Felsefcilere göre bu hastalık Nietzsche'nin bazı eserlerindeki fikri tutarsızlığın da sebebi.
Nietzsche, bir süre sonra zihinsel yetilerini tümüyle kabetti. On bir ay boyunca bitkisel denebilecek bir hayat sürdü. 25 Ağustos 1900 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Kızkardeşi ve arkadaşları onu, babasının kilisesinde yaktılar ve şöyle dua ettiler: "İsmin kutsal olsun, tüm kuşaklar için..."

 FELSEFESİ

 Üstinsan 

Üstinsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar Heinrich Miller, 17. yy'da yazdığı Geistlichen Erquickstunden adlı eserinde kullanmıştır.Nietzsche, üstüninsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Üstüninsan insanlığın da amacıdır.
Nietzsche, üstüninsan kavramıyla, soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır.

Nietzsche kendisini, üstüninsanın habercisi olarak tanıtır. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır

İnsan bir iptir ki hayvanla üstinsan arasına gerilmiştir. Uçurumun üstünde bir ip. Tehlikeli bir geçiş, tehlikeli bir yolculuk, tehlikeli bir geriye bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış.

Ayrıca eşitliğe de inanmayan filozof, bunu şöyle belirtir

Çünkü insanlar eşit değildirler. Gerçek budur. Ve benim istediğim şeyi onlar istemezler.

İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir

İddia ederim ki benim üstinsan dediğime, siz şeytan diyeceksiniz.

Ona göre üstinsan sert olmalıdır

Sert olunuz!

Halk tabakasını küçümser ve eşitliğe inanmadığını tekrar vurgular

Panayırda kimse üstinsanlara inanmaz. Orada konuşmak isterseniz halk tabakası göz kırpar ve "Biz hep eşitiz" der.

Ayrıca üstinsan hakkında şöyle der

Haydi haydi, ey üstinsanlar! Ancak şimdi insan, geleceğin doğum sancısındadır. Tanrı öldü, şimdi dileriz ki üstinsan yaşasın.
Ey üstinsanlar, içten adamlar, açık kalpliler; güvensiz olun! Derinliklerinizi gizli tutun; çünkü bugün halk tabakasının günüdür.

Nietzsche'nin üstün insanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp, bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüz­yılda kapitalizmin yarattığı fabrika köleleri­ne, kapitalizmin Hıristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasi­siyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa'daki demokratikleş­menin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapı­yı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstün insanı, sanıldığının tersine, Hitler değildir.

"Tanrı Öldü" iddiası 

"Tanrı öldü", Nietzsche'nin en popüler sözüdür. Bu düşünceyi Nietzsche, ilk kez Şen BilimTanrı öldü! Tanrı öldü!" diye bağıran bir delinin ağzından, Tanrı'nın ölümünü ilan eder. adlı eserinde dile getirmiştir. O dönemin koşullarına göre yorumlanması gereken "Tanrı'nın Ölümü" düşüncesini, kendi tabiriyle bir kaçığın ağzından duyurur. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp "


Nietzsche "Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı'ya nasıl mal edilebilir?" düşüncesinden yola çıkarak, Tanrı'nın ölümünün insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insan'a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmuştur.
Tanrı'nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche'ye göre "Sanatçı Tanrı" kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını önerir. "Hristiyan Tanrı" ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. "Tanrı'yı yadsıyoruz, Tanrı'nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz." Nietzsche olaylar sonrası insanların Tanrı'yı suçlamayarak suçu dünyaya bulmalarının yanlış olduğunu düşünmüştür. Nietzsche'ye göre geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler.
Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet ederler. Bu hizmet yıllardır dinlerin varoluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yoketmeye onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.
Nietzsche Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara karşı çıkar. Öte yandan, bunlar varolmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini söyler. İşte onun istediği de budur. Bilime ve dine hizmet edenler bu noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin tekrar tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar.
İnsanlar bu araçlardan kurtulup zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir. Fakat tahmin edildiği gibi Nietzsche bu durumdan tam bir çıkış önermez. Bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.
Tanrı'nın ölümünü büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştüremezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.

  
Bengi dönüş 


Nietzsche'nin bengi dönüş ve üstinsan görüşleri birbirinin tamamlayıcısı durumundadır. Nietzsche ebedi dönüş görüşü ile insanın dünyaya tekrar tekrar geleceğini savunur. Nietzsche'ye göre; "insan tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir". Sonsuz dönüşteki tehlike, insanın üstinsan olmak için üstesinden geldiği bütün sorunların yeniden ortaya çıkmaları ve yeniden üstesinden gelme zorunluluğudur. Üstinsana ulaşmada insanın önündeki en büyük engeli Tanrı olarak görmektedir.


Hristiyanlık ve deccal

Nietzsche, "Hristiyanlığa düşmanız, nefretle bakıyoruz, tüm romantizm ve anavatana tapınma biçimlerine de..." diyerek Batı Kültürü'nün çöküşünü (decadence), ahlak değerlerine sökülüp atılamazcasına kök salmış olduğunu saptadığı, "çileci ülkü"ye yönelik olarak sunduğu soykütükçü çözümlemelerle açıklama yoluna gitmiştir.
Nietzsche'nin din konusunda sert düşünceleri vardır. Hristiyan öğretisine karşı takındığı tutum, başkaldırışı ve bu öğretiye lanetler yağdırması, 19. yüzyılda çok ses getirmese de, Nietzsche'nin tanınmasıyla ve üne kavuşmasıyla beraber büyük yankı uyandırmıştır. Çünkü Nietzsche, Deccal Ona göre "İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür." adlı eserinde Hristiyanlığa lanetler yağdırmış, onu küçümsemiş ve kökeni konusunda çeşitli araştırmalarda bulunmuştur
Nietzsche, Deccal adlı eserinin hemen başında şu sert yorumu yapar

Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar.Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır.Onlara bu konuda yardım edilmelidir. Bir günahtan daha zararlı ne olabilir? Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış: "Hristiyanlık!"

Nietzsche'nin dine başkaldırışı, özelde Hristiyanlığa olmakla birlikte, genelde tüm nihilistik özellik gösteren dinleredir. Nietzsche'nin başkaldırışı, tüm dinlere değildir. Çünkü Nietzsche, doğrudan dine değil, nihilizme başkaldırır ve dolaylı olarak bu başkıldırışını nihilistik ögeler taşıyan dinlere de yöneltir.
Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık, köle ahlakını taşıyan ve hayatı yadsıyan bir öğretidir. Bu sebeple sürü psikolojisinin temeli, bu öğretiye dayanır. Bir tür çilecilik olarak adlandırılabilinecek Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre yok edilmelidir. Çünkü Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, insan neslinin sonunu getirebilecek nitelikte yanlış bir anlayışın sonucudur.
Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, bilimin de düşmanıdır

Hristiyanlık gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan, gerçeklik gelir gelmez uzaklaşmak zorunda olan bir din, doğal olarak dünya hikmeti'nin, yani bilimin düşmanı olacaktır.

Yine Deccal adlı eserinde, Hristiyanlık'ı kültür yıkıcısı bir din olarak nitelendirmiştir. Çünkü eski kültürlerin izini, varlığı ve varoluşu yadsıması sebebiyle silmiş ve yağmalamıştır

Hristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı. Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı. Temelde bize, Grek ve Roma'dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya'nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi. Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu...

Hıristiyanlık, Nietzsche'ye göre insanî içgüdüler taşıyan her türlü kültüre ve uygarlığa düşmandır. Çünkü ona göre Hristiyan, gerçeği fikri olarak yaşayan herşeye düşmandır ve onu yağmalamak, kendisi adına yok etmek ister.

Hristiyanlık süslenip, ona elbise giydirilmemelidir. O, yüksek insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi...

Nietzsche şöyle devam etmektedir:

Yaptıklarımla bir sonuca vararak yargımı açıklıyorum; Hristiyanlığı lanetliyorum! Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum. Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihaî bir yozlaşmanın istemine sahiptir!

Ecce Homo adlı eserinde de bu konuda

Anladınız mı beni? Beni ben yapan, beni insanlığın geri kalanından ayıran, Hristiyan ahlâkının maskesini düşürmüş olmamdır. Hristiyan ahlakı -yalan isteminin en kötü niyetli biçimi- insanlığın gerçek Kirke'si; insanlığı harabeye çeviren Hristiyan ahlakı... Yaşamın temel içgüdülerini küçümseme öğretildi: Öyle ki, bedeni yok etmek için bir "ruh", bir "tin", yaratıldı sahte bir şekilde, yaşamın ön koşulunda, cinsellikte, pis bir şey barındırdığı öğretildi sürekli; öyle ki katı bencillikle, muvaffakıyet için son derece önemli olan şeyde kötülük ilkesi aranıyor...


Hristiyan ahlakının maskesinin düşürülmesi eşi benzeri olmayan bir olay, bir dönüm noktasıdır. Bunu halka açıklayan kişi, karşı konulamaz bir güç, bir yazgıdır. -İnsanlık tarihinini ikiye böler: kendinden önce yaşayanlar, kendisinden sonra yaşayanlar...

Apollon ve Dionysos

Gerçekte iki Antik Yunan tanrısı olan Apollon ve Dionysos, Nietzsche'de anlamca yüceleştirilir ve oluşun merkezine koyulur. Sanatın bire bir oluşumu, bu iki kavrama bağlıdır.
  • Apollon ; Nietzsche'de anlamını "biçim"le bulur.
  • Dionysos ; Nietzsche'de anlamını "uyum"la bulur.
Nietzsche'ye göre, Eski Yunanlılar, bu iki sanat tanrısıyla, yani sırasıyla Heykel ve Müzik tanrılarıyla, sanatsal üretimin derin gizlerini keşfetmişlerdir. Apollon düş deneyimini ifade eder. O ışık saçan Tanrıdır, Dionysos ise esrime deneyimidir. Hayatın iki kanadı olan Apollon ve Dionysos, insanın yaratıcı gücünü ortak olarak biçimlendiren ve yön veren iki tanrıdır. Nietzsche'de bu tanrısal değişim ve dönüşüm, aslında hayatın sanatsallığına bir işaret, bir göz kırpmadır.
Dionysos müzik ve şarabın tanrısıdır. Yaratma eylemi, Dionysos ve Apollon'un odak noktasının yakalanması, Nietzshe'ye göre "dans etmek"tir.
Dionysos, varlığın özünü sezgiyle kavramaya, Apollon ise sezgiyle kavranan özün dışa, yani görünen dünyaya etki ettirmeye yarar. Nietzsche'ye göre sanat, bu iki "kavramsal" tanrının etkisiyle şekillenir.
Nietzsche'ye göre estetiğin temeli, bu iki kavramı anlamakla mümkündür. Bu konuda şöyle der

Mantıksal bir çıkarsamayla, ama sezginin anında oluşan keskinliğiyle, sanatın sürekli gelişiminin Apolloncu ve Dionysoscu bir ikiliğe bağlı olduğunu anladığımızda estetik bilimi için çok şey yapmış oluruz: Yaradılışın, bazen araya giren uzlaşmalara rağmen sürekli çatışan cinsiyet ikiliğine bağlı olması gibi...

Nietzsche yorumlarına şöyle devam eder

Özet olarak, diyalektik, "ayak takımının bir intikam alma yöntemi", "çaresiz insanların seçtiği bir Yahudi yöntemi", "insanın gücünü kendince teşhir edip gösteriş yapması" ve bu yolla karşı tarafın iddasını kurnazca ve hileyle yere vurma isteğidir.

Nietzsche, Sokrates'ten önceki Yunan felsefesine saygı duyar. Lakin ona göre Sokrates'ten sonraki çağ, Sokrates'in izlerini taşıdığı için onun gözünde neredeyse tamamen yozlaşmıştır. Sokrates'in yöntemide bir tür diyalektik olarak tanımlanabileceği için, diyalektik kavramı Nietzsche tarafından topyekün reddedilir.
İnsandaki yaratıcı güç şöyle dursun, Nietzsche'ye göre doğa yaratısı insan bile, doğanın bu iki kavramındaki odak tarafından yaratılmıştır. Kısacası ona göre Apollon ve Dionysos, doğanın elleridir. Doğa bu kavramlarla yaratır ve yıkar.

En tuhaf ve zor sorunlarında bile yaşama "Evet" diyebilmek, en yüksek tiplerin kurban edilmesinde bile, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşam istemi -Dionysosça dediğim şey işte bu.

Güç istenci

Güç istenci, Friedrich Nietzsche'nin felsefesinin merkezi sayılabilecek bir önem teşkil etmektedir. Güç İstenci, Nietzsche'ye göre evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olmakla beraber; tüm detayları, mikro ve makro kozmosu kaplar. Tüm değişim ve dönüşümler, bu istencin farklı kisvelere bürünmüş halidir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür.

 


HEGEL



George Wilhelm Friedrich Hegel (27 Ağustos 1770, Stuttgart - 14 Kasım 1831, Berlin) Alman filozof.
Günümüzde Almanya'nın güneybatısında yer alan Stuttgart, Württemberg'de doğan idealist Alman filozof. Etkisi , hem onu takdir edenler ( Bradley, Sartre, Küng, Bauer, Stirner, Marx ) hem de acımasızca eleştirenler ( Kierkegaard, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger, Schelling) gibi çok farklı konumlardaki insanlar üzerinde çok geniş bir yelpazede olmuştur. Felsefenin sürekli tartışılan sorunlarının fasit dairesinin dışına çıkmak için, muhtemelen felsefede ilk kez, tarih ve yapının önemli olduğunu ileri sürdü. Efendi-köle diyalektiği nin kavramsallaştırması öz farkındalık oluşması için ötekinin öneminin altını çizdi.
Bir memurun oğluydu. Tübingen'de ilahiyat okuduktan sonra Bern ve Frankfurt'ta felsefe öğretmenliğine başladı. 1805'te Jena üniversitesine profesör oldu. Başlangıçta Schelling'in öznel idealizm felsefesine inanmış görünüyordu, sonradan kendine ayrı bir sistem kurup onun savunmasını yapmaya başladı. Kurduğu bu felsefe sistemini 'phanomenologie des Geistes' adındaki eserinde anlatmıştır. Bir süre Nürnberg'de kaldıktan sonra Berlin ve Heidelberg üniversitesinde profesörlük yaptı. Bu devrede yazdığı eserler arasında 'Mantık Bilimi' ve 'Felsefe Ansiklopedisi' dikkati çekti.
Hegel'in kurduğu sisteme 'diyalektik mantık' denilir. Buna göre bir fikir(yani tez), karşısındaki başka bir tezle(anti-tezle) karışır, bundan yeni bir anlayış doğar ki buna sentez denilir.
Hegel, Kant'ın felsefesine inanmakla beraber onun fikirlerini yetersiz buluyordu. Kant'ın aksine insanların her şeyi öğrenebileceklerine inanmıştı. Hegel'e göre dünya demek mantık demekti. İnsanlar mantığın sınırlarını çözdükleri anda beşerin sınırlarını da çözmüş olacaklardı. Hegel'e göre, biricik, canlı felsefe, çelişmelerin -daha doğrusu karşıtların- felsefesidir; çiçek, meyvanın ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için de, çiçeğin ortadan kalkması gereklidir. Demek ki üremenin gerçeği, hem çiçek hem meyva olmaktır. Ölüm hem ortadan kaldırmadır, hem yeniden doğuşu sağlayan koşuldur.
Hegel ömrünün son yıllarını Berlin'de geçirdi. 1831 yazı ve sonbaharı boyunca süren kolera salgınının son kurbanlarında biri oldu. 14 Kasım'da kısa süren bir hastalıktan sonra aniden ölmüştür.

FELSEFESİ

Hegel felsefesi herşeyden önce bireylerin kendi kendilerine ilişkin olarak özgür bir bilince ulaştıkları bir insanlık tarihi felsefesidir. Ama bilinç kendi başına özgür değildir; bilincin özgürleşmesi Tinin Fenomenolojisi'nde betimlenen karmaşık bir süreçle gerçekleşir.
Bu eserde Hegel, bilincin bütün dünya ölçeğinde kendi kendini nasıl sınadığını ve yalın bir öznel kesinlik ile kendi kendinin nesnel bilgisine nasıl ulaştığını ortaya koyar. Bilinç, dünyanın bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine de, 'efendi ile köle arasındaki diyalektik olarak adlandıralan yolla' varacaktır. Gerçekte bu diyalektik, herbiri kendisini olduğu gibi tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenlik ilkelerini insanlık içinde -çünkü insanlık hayvanlardan kesinlikle farklı olarak, yaşamı aşma yeteğine sahiptir- betimler. Her biri bunu bir ölüm kalım savaşı içinde, hem kendisi hem öteki için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak köle (Marx'ta proleter) esaretinden de bu çalışma içinde ve bunun sayesinde kurtulacaktır; çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi kendisine bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını verecektir.
Bu süreç sonunda, bilinç Akıl'a ulaşır. Dünya ona yabancı olmaktan çıkar; dünyaya ilişkin bilgisi onun gerçek bilgisidir, ve onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisidir. Ama bilinç artık sadece bireyin bilinci değildir; bilinç, içinde 'ben'in biz olduğu, biz'in ben olduğu' tinsel bir topluluğun bilincidir. ve bu da Tin'den başka bir şey değildir. Tin, tarihsel gelişim kilit anları olan belli sayıda 'figures' aracılığla tarih boyunca kendini ortaya koymuştur. Bu kilit anlar yunan etiğinden, Hegel in dönemindeki çağdaş Prusya'ya kadar uzanır. Bu süreç sonunda ancak bilinç, Tinin kendi bilinci haline gelerek mutlak bilgiye ulaşır; filozof da böyle bir bilginin yorumcusu olur.

Mutlak, kendi kendini temsil eden öznedir ve kendisine ilişkin bilgisini de felsefe aracılığıyla elde eder. Bu nedenle felsefi düşüncenin kendisi mutlak bilgidir. Felsefi Bilimler Ansiklopedisi bu bilgiyi oluşturan kavramların nasıl eklendiklerini ve Doğru'ya ulaşmasına nasıl olanak sağladıklarını göstercektir. Tarih olarak felsefe, önceki bütün felsefeleri kendi içinde bütünleştirir ve aşar. Ancak bunu yalın bir toplama işlemi biçiminde değil. Doğru'nun kendisine ulaşmak üzere gerçekleştirdiği eyleme göre yapar. Felsefenin her parçası bir bütündür, her felsefe bir dairededir ve ansiklopedi dairelerin dairesidir; bunun sonunda ideye ulaşılır ve orada felsefe gerçekleşir.

Geist, kendisini kültür dünyasında diyalektiğin üçlü hareketi gereğince, Sübjektif Geist (Öznel Tin), Objektif Geist (Nesnel Tin) ve Mutlak Geist (Mutlak Tin) olarak açar. Buna göre, subjektif Geist en alt düzeyinden en üst düzeyine kadar insan ruhunu meydana getirir. Geist, kendisine yönelmiş özgür bir varlık, kendisini bilip tanıyan bağımsız bir gerçeklik haline gelmek için, doğadan yavaş yavaş sıyrılır. O, henüz gelişmemiş bir ruh halindedir ve bu haliyle antropoloji biliminin araştırma ve inceleme konusu olur. Ruhun henüz doğadan tümüyle sıyrılamadığı bu aşamada, ona karşılık gelen kavrayış biçimi duyumdur. Ruh, daha sonraki aşamada 'duygu' ya da hissetmeye geçer. Hissetmenin en gelişmiş ve tamamlanmış şekli 'kendini hissetme'dir ve bu bilince giden bir ara basamaktır. Bilinç, böylelikle duyum, algı ve anlayış aşamalarından geçerek kendini özgür bir Ben (Ruh, Zihin) olarak tanır.
O, bundan sonra başka benleri de tanır ve kabul eder. Böylelikle, Geist kendisini Nesnel Ruh olarak gerçekleştirir ve ortaya ahlaklılık ve Devlet çıkar. Bu durum benin kendi içinde kalmaktan kurtularak genel kurallara ve öznellikten nesnelliğe yükselmesi demektir. Böylece, herkes için geçerli olan, herkesi kavrayan nesnel Ruh ortaya çıkmış olur. Tarih dediğimiz şey, Hegel'e göre, halklarda beliren Ruhun gelişmesinden başka bir şey değildir. Tarihin belli bir anında, belli bir halk, Ruhun gelişmesini üzerine alır. Ruhun hukuk, devlet, ahlak ve tarih alanındaki bu nesnelleşmesi boyunca kendine dönmesi, kendini tanıması, mutlak Ruhun bilincine varması söz konusudur. Özel isteklerin, tutkuların ve eğilimlerin alanında, herkes için geçerli nesnel ilkeleri ortaya koyarak, onları hukuk, ahlak, devlet şeklinde kabul eden Ruh, bütün koşullardan sıyrılarak kendini tanımaya, kendi özünü farketmeye başlar. Böylelikle, Mutlak Ruh haline gelir.
Mutlak Ruh da üç adımlı bir hareketle gerçekleşir. Onun birinci aşaması sanat (tez), ikinci aşaması ise dindir (antitez). Buna karşin, onun üçüncü aşaması felsefedir (sentez). Felsefe, Hegel'e göre, hem sanatın hem de dinin aşilması ve onların içlerinde taşıdıkları hakikatin daha üst bir düzeyde kavranmasıdır. Felsefe, Geist'ı, mutlak varlık olarak kavrar ve onu hem maddi olmayan bir düşünce, hem de elle tutulup gözle görülebilen bütün varlıkların birliği olarak kavrar.

ELEALI ZENON



Elea'lı Zeno ya da Zenon, Parmenides'in izleyicisi olan Antik Yunan filozofudur. Elea Okulu'nun en önemli filozofları arasında yer alır.
Zeno, hocası Parmenides'in Bir'ci anlayışını ve yalnızca Varlık'ın değişmez gerçek olduğunu öne süren görüşünü geliştirmiş, çokluk ve değişmenin gerçek olduğunu savunan karşıt görüşlerin tezlerine karşı mantıksal güçlükleri gözler önüne seren dolaylı kanıtlarla değişimin olanaksızlığını göstermeye çalışmış, ileri sürdüğü örneklemeleriyle felsefe tarihinde ün kazanmıştır.M.Ö. 490 - M.Ö. 430 yılları arasında yaşadığı rivâyet edilse de doğum ve ölüm tarihi kesin değildir.
Zeno bir mantık ustası ve diyalektik düşüncenin en önemli geliştiricilerinden biridir. İleri sürdüğü önermeler, felsefe tarihinin en önemli paradoksları arasında yer almaktadır. Bunlardan en ünlüleri Aşil paradoksu ve Ok paradoksu olarak belirtilebilir. Zeno bu örneklemelerden hareketle değişimi bir yanılsama olarak formüle eden felsefesini temellendirir.
İlk paradoksta, ünlü bir yunanlı koşucu olan Aşil, bir kaplumbağayla yarışacaktır. Kaplumbağa biraz daha önde olacaktır koşuya başlarken.Zeno, bu koşuda hızlı Aşil'in hiç bir zaman kaplumbağayı geçemeyeceği, bunun mantıksal olarak mümkün olmadığını öne sürer. Çünkü her seferinde Aşil'in aşması gereken bir mesafe kalacaktır, kaplumbağanın bulunduğu noktaya her gelişinde kaplumbağa bir başka noktaya geçmiş olacaktır ve Aşil'in onu geçebilmesi için her seferinde bu noktaları öncelikle geçmiş olması gerekir. Ok paradoksunda da benzer bir sonuca varılır.
Buradaki temel argüman şöyledir: Mesafe sonsuz noktalardan oluşmaktadır ve bunlar sonlu bir süre içinde geçilemezdir. Böylece Zeno mantıksal ve diyalektik olarak bilinen diyalektikcilerin tam karşıt yönünde hareketin ve değişmenin olanaksız olduğunu, bunların bir yanılsama olduğunu ve temelde varlık'ın değişmeyen bir halinde bulunduğunu öne sürer.

DIYOJEN



Diyojen (Diogenes), M.Ö. 412(diğer kaynaklar M.Ö. 404) - M.Ö. 323 yılları arasında yaşamış olan ve kendine yetme ile sadelik ilkelerine dayanan Kinik yaşam biçiminin öncülerinden Sinop'lu çileci düşünürdür.
Diyojen'in bir Yunan kolonisi olan Karadeniz'in güney kıyısındaki Sinop'ta, M.Ö. 412 veya M.Ö. 404 yılında doğduğu bilinir.
Hakkında doğruluğu kuşkulu pek çok öykü anlatılan Diyojen'in, gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak, dürüst bir adam aradığı söylenir.
Atina'da gelenekçiliğe karşı tavır almış, toplumdaki yapaylıklara ve uzlaşımsal değerlere meydan okumuş ve her tür yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için toplumun tüm yerleşik kurallarına karşı çıkmayı, uzlaşımsal ölçü ve inanışların çoğunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve doğal bir yaşam biçimine çağırmayı amaçlamıştır.

Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka, örgütlenmiş, dolayısıyla uzlaşımsal toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek anlamına gelir. Diyojen, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini savunmuştur.
Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Onun tek amacı, kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermek olmuştur. Bunun kaynağı bilgeliktir, Diyojen insanı erdemli yapmaya yaradığı için yalnızca bilgeliğe değer verir, öteki uygarlık değerlerini ise saçma, gereksiz ve anlamsız olarak reddeder.

Diyojen'in savunduğu yaşam tarzının ilk ilkesi "kendine yetme", yani kişinin mutluluk için gerekli her şeyi kendi içinde taşıyabilmesi ilkesidir.

İkinci ilke olan "utanmazlık", kendi başına zararsız olan bazı eylemlerin hiçbir şekilde yapılamayacağını öne süren uzlaşımları umursamamak anlamına gelir. Bu ilkeden yola çıkarak yerleşik davranış kalıplarına uymadığı için, kendi açısından sade ve doğal, toplumsal değerler açısındansa sefil denebilecek bir yaşam sürer.

ANEKDOTLAR

Büyük İskender Koronthos'ta "Bir dileğin var mı?" diye sorunca "Var, gölge etme, başka ihsan istemem" demiştir. 

Çeşmeden avucu ile su içen bir çocuk görünce "Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti" diye haykırıp su çanağını kırmıştır.

Ayrıca Diyojen'in insanların yargılarına önem vermediği için pazar yerinde -o dönemde kınanan bir davranış olan- yemek yediği; kendisine hakaret eden bazı insanların üzerine işediği; tiyatroya kakasını yaptığı; insanlara -hakaret sayılan bir davranış olan- orta parmağıyla işaret ettiği söylenir.


KONFÜÇYUS



Konfüçyüs (Çince: Kǒng Fūzǐ, 孔夫子, Latince: Confucius, "Üstad Kong" Çince 孔子, Kǒng Zǐ, Wade-Giles: K’ung-tzǔ) Çinli filozof, M.Ö. 551 - M.Ö. 479 tarihleri arasında, Doğu Zhou Hanedanlığı döneminde yaşadığı sanılmaktadır. Kong Qiu (Wade-Giles: K’ung Ch’iu) adı altında, Lu devletinin Qufu şehrinde (günümüzde Shandong eyaleti) doğmuş ve aynı şehirde vefat etmiştir.
Öğretisinin ana teması insancıl düzendir. Buna ulaşmanın yolunun diğer insanlara saygı ve atalara hürmet etmekten geçtiğini belirtmektedir. Konfüçyüs „Yüce“ (君子 junzi), mükemmel manevi insan olarak anılmaktadır. Yüce/iyi insan, ancak dünya bütünüyle uyum içinde yaşayan insandır: "Ahlaki varlığımızın tüm dünya düzeniyle uyum içinde olma noktasına erişmesi", insanın ulaşabileceği en büyük amaçtır. "Uyum, denge ve iç huzura erişmenin yolu Konfüçyüs'e göre eğitimden geçer".

Kǒng Zǐ ismini, batıdaki Konfüçyüsçülükle anılan bilginlerin okulundan almıştır.Kǒng Fū Zǐ, (daha saygın hitap şekli) Üstad Konfüçyüs anlamını taşır. Ismin sonundaki „-us“ parçasının kaynağı, yazıtlarının ilk başta Cizvitler tarafından Latince'ye çevrilmesiyle ilgilidir. Böylece „Kǒng Fū Zǐ“, "Konfüçyüs'e" dönüşmüştür. Gerçek adı 孔夫子,

Kong ailesi günümüzde hâlâ cınar aılesı olmakta ve dünyanın tarihçe kanıtlanmış en eski ailelerinden biri sayılmaktadır. Kong ailesinin 75. nesil üyesi bugün Tayvan'da turan cınar olarak yaşamaktadır. Qufu şehrinde yaşayan diğer bir ailenin de gene Konfüçyüs soyağacına dayandiğı bilinmektedir. Soyağacının çok eskiye dayanmasından ötürü, binlerce ailenin cınar ailesine bağlı olması mümkün sayılır. Günümüzde halen daha Kong ailesi fertleri, tapınak görünümlü malikanelerindeki kabristana defnedilmektedir.

Doğumundan (M.Ö. 551) iki sene sonra Lu'da (günümüzde Shandong) babası vefat eder. Bunun üzerine genç Konfüçyüs, dedesinden özel ders almaya başlar. 19 yaşında evlenir ve M.Ö. 532–502 yılları arasında düşük işlerde çalışır.
Annesi M.Ö. 529 yılında vefat eder. Laozi ile Luoyang'daki buluşmasından (M.Ö. 518) iki sene sonra iç savaştan kaçar ve komşu devlet Qi'ye sığınır. Lu'ya geri döndüğünde, M.Ö. 500 civarında Konfüçyüs'ün yükselişi başlar. Önce inşaattan sorumlu bakan, daha sonra Lu'nun adalet bakanı ve nihayet M.Ö. 498'de başbakan vekili olur.
M.Ö. 497'de 13 yıllık sürgüne gider ve sırasıyla şu devletleri gezer:
  • M.Ö. 495 Wei
  • M.Ö. 494 Chen
  • M.Ö. 492 Wei, daha sonra Jin
  • M.Ö. 490 Cai
  • M.Ö. 489 Chen ve Cai'daki çatışmalarda Konfüçyüs neredeyse açlıktan ölmek üzeredir
  • M.Ö. 488 Wei
M.Ö. 484'de Lu'ya geri döner. Burada (M.Ö. 482) oğlu Bo Yu'nun ölümünü yaşar. M.Ö. 481'de öğrencisi Yan Hui'nin ölümü ve komşu şehir Qi'deki dükün öldürülmesi aynı zamanda Muharip Devletler Dönemi'nin başlangıcıdır. M.Ö. 480'de öğrencisi Zilu savaş meydanında ölür. Bundan bir yıl sonra da Konfüçyüs hayatını kaybeder.

Konfüçyüs'ün kendi ve öğrencileriyle yaptığı konuşmaları toplayan Analektler (Çince 論語 / 论语, lùn yǔ / lún yǔ), Çin edebiyatının en önemli 13 klasik eserlerinden biri sayılmaktadır ve dört temel kavramı içerir:
  • Anaya-Babaya saygı (孝, xiao),
  • insancıllık / merhametlilik (仁, ren),
  • adalet (義, yi),
  • yazıtlar / ayinler (禮 / 礼, li).
Ana-Babaya saygı, büyüklere hürmet, ahlak kurallarının başında gelen erdemlerdir. Her insan bu kurallara uygun yaşamayı amaçlamalı ve bunu çevresine, dostça, sevecen, ılımlı, güvenilir, dürüst davranışlarla göstermelidir. Konfüçyüs'e göre, "Yüce" insan olmanın ilk şartı, bu dört erdeme ulaşılması asla mümkün olmasa da, yılmadan gayret göstermektir. Gerceği görmek, çaba gösteren herkes için mümkündür. Bunun aracı da Konfüçyüs'e göre bilgidir. Bilgi sahibi olmak, insanların mevki durumuna göre ayırım yapmadan, herkese açık olmalıdır.
Konfüçyüs'ün öğretisi din değil, eski Wu-dinine dayanan etik felsefedir. Öğretisinde kesin bir hiyerarşi sözkonusudur. İnsan ilişkilierinde birbirine itaat etmesi gereken grupler şunlardır:
  • vatandaş - hükumdarına itaat etmeli
  • genç-yaşlıya itaat etmeli
  • kadın-kocasına itaat etmeli
  • çocuklar Ana-Babaya itaat etmeli
Bu erdemlere ulaşmanın yolu bilgiden geçer. İnsan, hayatı boyunca, alçak gönüllülüğünü koruyarak, yeni şeyler öğrenmeye çaba göstermelidir.

ÖZLÜ SÖZLERİ

Alkışı en sessiz şekilde karşılayan, alkışı hak etmiş demektir.

Aradığını bilmeyen bulduğunda anlayamaz..

Aşk, dört nala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler.

Bildiğini bilenin arkasından gidiniz, bildiğini bilmeyeni uyarınız, bilmediğini bilene öğretiniz, bilmediğini bilmeyenden kaçınız.

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır..

Bir milleti tutsak etmek isterseniz, onun müziğini çürütün.

Bir şeyi bildiğin zaman, onu bildiğini göstermeye çalış. Bir şeyi bilmiyorsan, onu bilmediğini kabul et. İşte bu bilgidir.

Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, o yerde güneş batıyor demektir.

Bir şeyin haklı olduğunu bildiğin halde, o şeyden yana çıkmazsan, korkaksın demektir.

Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir.

Devlet düzen içinde yönetildiğinde ancak dünyada barış tesis edilebilir.

Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir.

Hiç bir şey eyleme geçen cahillik kadar korkunç olamaz.

Derin olan kuyu değil,kısa olan iptir.

Efendi adam, kendisinden çok şey, başkalarından az şey bekler.

Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmaz ise; insan da acı çekmeden olgunlaşmaz

Eğitimli insanlar öncelikle adalete değer verir. Eğitimli insanlar adalet olmadan cesaret sahibi olunca asi olurlar. 

Küçük insanlar adalet olmadan cesaret sahibi olunca haydut olurlar.

Etraflıca çalış, doğru bir şekilde araştır, dikkatlice düşün, düşündüklerini gözden geçir, ciddi ve samimi bir şekilde uygula.

Evinizin eşiğini temizlemeden komşunuzun damındaki karlardan şikayet etmeyiniz.

Güçlü olan, zayıf yanını herkesten iyi bilendir; daha güçlü olan ise zayıf yanına hükmedebilendir.


İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser.

İsteyenler bilgilerini genişletmelidirler. Bilgilerini genişletmek isteyenler önce araştırmalıdırlar.

İdare etmek dürüstlük demektir. Sen doğru yönetirsen yanlış olmaya kimse cesaret edemez.

İyi insan, güzel söz söyleyen değil, söylediğini yapan ve yapabileceklerini söyleyen adamdır.

Karanlığa söveceğine, kalk bir mum yak.

Kelimelerin kuvvetini bilmeyen insanlarla esaslı bir konuyu konuşmak mümkün değildir.

Küçük avantajların peşinden koşarken büyük başarılardan olabilirsiniz.

Küçükler ot gibidir, büyükler ise rüzgar: Rüzgar ne yöne eserse, otlar o yöne eğilir.

Konuşmaya değer insanlarla konuşmazsan insanları, konuşmaya değmez insanlarla konuşursan kelimeleri yitirirsin. Sen öyle biri ol ki ne insanları, ne de kelimeleri yitir.

Öğrenme ilkesi insanın temiz karakterini ortaya çıkarmak, insanlara yeni yaşam vermek ve nihai iyiye ve doğruya ulaşmak demektir.

Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.






GAUTAMA BUDDHA



Gautama Buddha, M.Ö. 563-483 arasında Hindistan'da yaşadığı tahmin edilen ruhani öğretmen ve Budizm'in kurucusu. Doğduğunda adı Siddhārtha Gautama'dır. (Sanskrit; Pali: Siddhāttha Gotama). Prens Siddharta ya da Śākyamuni (Sakya kabilesinden gelen bilge) adlarıyla da anılır.
Budistler tarafından tüm dünyada Buda olarak kabul edilir. Sanskritçe'de "uyanmış kişi" anlamına gelen Buddha, peşine düştüğü yaşam ve ölümün ardındaki gerçeğin arayışı sonucu Siddharta Gautama'da oluşan ruhani aydınlanmayı anlatmak için kullanılan bir unvandır.
Başka dinlerde de kutsal bir figür olarak kabul edilir. Kimi Hindu metinlerde insanları Vedik dinden soğutmaya çalışan tanrı Vişnu'nun avatarı olarak betimlenmiş, Bahailik'te ise bir peygamber sayılmıştır.

Siddhartha, ailesinin ona verdiği bir isimdir. “Amacına ulaşmış” demektir. Gautama ise, Buda'nın mensub olduğu ailenin ismidir. Gautama, Shakyamuni (Pali'deki Shakya'nın bilgesi, "śakamuṇi" 釋迦牟尼), olarak da bilinir.
Buda olarak bilinen Siddhartha Gautama, Tathagata (kusursuz bilgeliğe ulaşmış kimse) olarak da anılır.

Doğum ve ölüm tarihleri kesin değildir. M.Ö. 563 yılında yaşadığı tahmin edilmektedir. Ancak yapılan yeni araştırmalar bu tarihi değiştirmiştir. Elde edilen bu yeni bilgilere göre; Siddharta tahmin edilen tarihten on yıl, belki de yüz yıl sonra doğmuştur. 20. yüzyıl bilimadamlarının çoğu İsadan Önce ö.560 d.483 tarihlerini uygun bulurken, ölümü için 410 ile 400 yıllarını öneren tarihçiler de bulunmaktadır. Bir rivayete göre; Siddharta’nın Hindistan’ın kuzeydoğusunda bugünkü Nepal sınırının yakınlarında yer alan Lumbini’de doğmuştur. Nepal sınırının yakınlarında Kapilavastu şehrinde hüküm süren Sakya hanedanınına mensuptur.
Babası Suddhodana (bugünkü Hindistan - Nepal sınırları içinde bulunur) Şakya kabilesinin kralıdır. Buda’nın kral olan babasının saray törenlerinin ihtişamlı ve abartılı olması, muhtemelen asil bir aileden gelmelerinden kaynaklanmaktaydı. Annesi Maya ve babası Suddhodana, ona “amacına ulaşan” anlamına gelen “Siddharta” ismini verdiler. Lakabı “Shakyamuni” ise kökenini belirtir ve “Shakya ailesinden gelen” anlamını taşır. Siddharta’nın doğumundan sonra onun, dünyaya egemen olacak veya acı dolu dünyaya bilgelik getirecek kişi olacağı tahmin edilmiştir.
Siddharta Gautama her şeye sahip olduğu, dünyadaki tüm sorunlardan uzak kaldığı bir sarayda yaşamıştır. Babası, oğlu Siddharta’nın ondan sonraki kral olmasını istemiş, oğlunun sokaklarda yaşlılığı, hastalığı ve ölümü görmemesi için kraliyet sarayından uzaklaşmasına fazla izin vermemiştir.

Siddharta Guatama, Hint Tanrısı Brahma’ya hayatının sonuna kadar, kendini insanlığı acıdan kurtarmaya adayacağına söz vermiştir. Nedeni ise 29 yaşındayken hayatın gerçekte ne olduğunun,zenginliğin, lüks hayatın hiçbir mutluluk getirmediğinin, insanların yaşadıkları acıların ve önceki hayatının ne kadar anlamsız olduğunun farkına varmış olmasıdır.
Efsaneye göre; bir keşiş ateşli hastalığı ve çürümekte olan bir cesedi görmüş ve bunun üzerine tüm bu acılara çıkış yolu bulmaya karar vermiştir.(Aslında Buda’nın hayatında efsaneleri gerçekten ayırmak çok zordur.)

Siddharta Buda 29 yaşındayken tek oğlu Rahula’nın doğumundan kısa bir süre sonra, çocuğunu, karısı Yasodhara’yı ve şehrini terk edip çilenin ve acıların kurtuluş yolunu aramaya koyulmuştur.
Altı yıl boyunca Ganj vadisinde çilekeşler gibi dolaşmış, ünlü din eğitmenleriyle (adamlarıyla) bir araya gelmiş, onların yöntemlerini takip etmiş, çalışmış ve çilecilik öğretilerini sıkıca uygulamıştır. Fakat belli bir süre sonra bu dinlerin ve bilgilerinin onun amacına yönelik olmadığını anlayarak vazgeçmiştir. Onları bıraktıktan sonra, öncelikle derin düşünme (Meditasyon) teknikleriyle kendi yolunu aramaya başlamıştır. Diğer din öğretilerinin aşırılığını önlediği için bu durumu “orta yol” şeklinde tanımlamıştır. Siddhartha Gautama’nın ölümünden sonra, hayat hikâyesi öğrencilerinden oluşan Sangha Topluluğu tarafından derlenmiş ve çok uzun bir süre sözlü olarak aktarılmıştır.

Lumbini, Budizm’in kurucusu Siddhartha’nın doğduğu yerdir. Bugünkü Nepal sınırı yakınlarında bulunmaktadır (Rupandehi Bölgesi). Himalaya’nın eteklerinde ve Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer almaktadır. 1896 yılında yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu bulunmuştur. Burada bulunan en önemli kalıntı, M.Ö.245 yılında Budist Kral Ashoka’nın yaptırdığı 6,5 m. yüksekliğindeki dikili taştır. Bu dikili taşta yazılanlar Hintçe ve Magadhi dilinde şu şekilde ifade edilmiştir:
“Budist Kral Devanampiya Piyadasi (Ashoka), taç giydikten 20 yıl sonra buraya geldi ve Sakya kabilesinden olan Buda burada doğduğu için hayranlığını dile getirdi. Bu yüce insanın burada dünyaya gediğini gösteren bir dikili taş yaptırdı. Lumbini halkından vergi almadı ve doğal kaynaklardan alınan payı sekizde bire düşürdü”. (Hindular, “Durga Puja” bayramında özellikle önem verdikleri tanrılarının heykellerini yaparlar. Onların günahlarını aldıklarına inanırlar. Bu heykelleri Ganj Nehri’ne veya bu nehir gibi kutsal sulara atarlar.)

Siddhartha, Sakya kabilesindendir. Bugünkü Nepal sınırı yakınlarında bulunan Kapilavastu şehrinde hüküm süren kral Shuddhodana ve kraliçe Mahamaya’nın oğludur. Askeri ve yönetici sınıf olan Kshatriya (Kast sistemi) ailesine mensuptur.
Siddhartha’nın doğumundan önce, annesinin onu rüyasında beyaz bir fil şeklinde gördüğü söylenir. Daha sonra Siddhartha, Lumbini’de dolunaylı bir gecede doğmuştur. Birçok Hindistan ülkesinde Vesak Bayramı kutlanmaktadır. Bu önemli Budist Bayramı’nda Siddhartha’nın yaşamından üç önemli olay anılmaktadır: Siddhartha’nın doğumu, Budizm’e başlaması ve Nirvana’ya ulaşması.
Bir kâhin, kral Shuddhodana’ya oğlunun ya çok büyük bir kral ya da çok büyük bir bilge olacağını söyler. Shuddhodana, oğlunu kral olarak yetiştirmek istediği için ona din dersleri verdirtmez. Ancak daha çocukken Siddhartha olağanüstü yetenekli ve çok zeki olduğunu gösterir. 16 yaşındayken Prenses Yasodhara’yla evlenir. Yaşadığı ve ileride başına geçeceği yeri görmeden sarayda yıllarca yaşar.

Kapilavastu, Siddhartha Gautama’nın gençlik yıllarını geçirdiği yerdir. Burada Yashodra ile evlenmiş ve oğlu Rahula dünyaya gelmiştir. Bir gün Kapilavastu’yu gezen Siddhartha, daha önce hiç bilmediği bazı kavramlarla karşılaşmıştır: Yaşlılık, hastalık ve ölüm. Daha sonra Kapilavastu’yu Budistler için hac yeri ilan etmiştir. 29 yaşında acılardan kurtulmak ve aydınlığa kavuşmak için buradan ayrılmış ve yollara düşmüştür.
Fa-hsien, 5.yy. da yaşamış Çinli Budist, keşiş ve gezgindir. Kapilavastu’yu “boşluğun ve yalnızlığın muhteşem bir manzarası” olarak nitelendirmiştir. Burası birkaç keşişin ve en az iki ailenin yaşadığı, aslan, beyaz fil gibi tehlikeli hayvanların olduğu bir yerdir. Fa-hsien, geleceğin Budası’nın keşfedildiği Sakya sarayına, annesinin geleceğin Budası’nı doğurduğu ve banyosunu yaptırdığı Lumbini bahçelerine gidip görmüştür. Buralar az bilinen yerlerdir. Ayrıca tepeler, Stupa’lar (Budistlerin ibadetlerini yaptıkları yer) ve diğer kalıntılar Budizm’in eski zenginliklerinin kanıtlarıdır.
Budist kral Ashoka, M.Ö.3.yy.da Nepal’i ziyaret etmiştir. Orada bir Stupa ve dikili taş yaptırmıştır. Yapılan kazı çalışmalarıyla Stupa’lar, manastır evler ve havuzlar gün yüzüne çıkartılmıştır. Yıldırım düşmesi sonucu ikiye bölünen Ashoka Sütunu 1896 yılında bulunmuştur. Lumbini’ye gidip görülebilir. Son yıllarda Lumbini’nin yakınlarına Tibet ve Theravada manastırları inşa edilmiştir. Bu manastırlar, hac merkezine uzaktır. Ancak dört ana Budist hac sitelerinden bir olan Lumbini, eski önemini yeniden kazanmıştır. (İngiliz arkeologlar, Nepal’de yaptıkları kazı çalışmaları sonucunda Kapilavastu’nun yerini bulduklarını iddia etmektedirler.)
Kapilavastu, Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Nepal ve Nepal yakınlarındaki Lumbini’de yer almaktadır. Bu tarihi yer, turistlerin akınına uğramaktadır. Bu turist akını, Kapilavastu’daki tarihi sarayın bu dünya ile öteki dünya arasında bir sınır olup olmadığı konusundaki tartışmalara da bir açıklık getirmektedir.

Siddhartha, bu varlığa rağmen yine de memnun değildir. 29 yaşında, oğlu Rahula’nın doğumundan hemen sonra tasasız bir hayat geçirdiği saraydan ayrılır ve gezmeye başlar. Önce hayatın gerçek yüzüyle tanışır. Rivayete göre; sakat, yaşlı bir adamla, hasta biriyle, bir cesetle ve bir dervişle karşılaşmıştır (“Dört Gerçek”). Siddhartha, bu gerçekleri -yaşlılık, hastalık, ölüm ve acıyı- hayatın ayrılmaz parçaları olarak görmüştür. Diğer yandan refahın ve zenginliğin hiçbir faydasının olmadığını anlamış ve gerçeği aramaya karar vermiştir.
Her şeyi arkasında bırakmış ve münzevi bir hayat yaşamaya başlamıştır. İki önemli bilge kişi Alara Kalama ve Udaka Ramaputta’nın öğrencisi olmuştur. Onlardan yoga ve meditasyon yapmayı öğrenmiştir. Ganj vadisinde altı yıl geçirmiş; ancak orada ne iç huzuru ne de aradığı cevapları bulabilmiştir. Oruç tutmuş; ama bunun da bir kurtuluş yolu olmadığını fark etmiştir. Bu yüzden geleneksel dinleri ve onların yollarını denemeyi bırakmış ve kendini meditasyon yardımıyla bulmaya çalışmıştır.

Siddhartha, dolunaylı bir gecede Bodhi ağacının (incir ağacı) altında meditasyon yaparken aydınlığa ulaştı. O zaman 35 yaşındaydı. Böylece nefret, hırs ve cehaletten arındı ve uyandı.
Uyandıktan sonra Benares (bugünkü Sarnath) yakınlarında yer alan Isipatana’daki geniş vahşi ormanda beş keşişten oluşan bir gruba ilk öğreti sohbetini yaptı. Bu beş kişi, Budist Keşişler Topluluğu’nun (Sangha) ilk üyeleriydi. Siddhartha, Hindistan’ın kuzeydoğusunda 45 yıl boyunca “orta yol” u öğretmeye çalışmış, her kesim önünde konuşmuştur. Hiçbir şekilde sınıf ayrımı yapmamıştır. Kadın-erkek herkes onun öğrettiklerini anlamaya ve onun yolundan gitmeye çok istekliydi.
Sonunda bir gün, Hindistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Body-Gaya’daki Neranjara Nehri kıyısında Bodi (incir) ağacının altında otururken ilham gelmiştir, böylelikle Buda “Uyanmış” olur. Siddharta Guatama bu sırada 35 yaşındadır.[az önce de söylenmişti sanki!!!] Bodhi ağacı “bilgelik ağacı” olarak sayılır.
Uyanıştan sonra Buda Guatama, Isipinata’da (günümüzdeki Sarnath) Benares (Ganj nehrinin de içinde bulunduğu, Hindistan’daki kutsal şehir) yakınlarında, “Beşli Askete” (Asket: İnzivada her türlü beşeriyetten arınan) gruba ilk öğretisini anlatır. Bu beş Askete Budist Manastır Topluluğunun (Sangha) ilk dervişleridir. Siddharta Guatama 45 yıl boyunca her gün, kadın erkek tüm halka, krallara ve köylülere, kendilerini dine adayanlara Brahman’lara, dinden uzaklaşanlara, borç verenlere, dilenenlere, azizlere ve hırsızlara bilgi vererek onları aydınlatmak için hep öğretilerini anlatmıştır.

Siddhartha’nın ölümünden Mahaparinibbana Sutta isimli eski kayıtlarda şu şekilde bahsedilir: Buda, son seyahati için yola koyulduğunda 80 yaşındadır. Öğretilerini dinlemek isteyen müritleri ona eşlik ederler.
Bir hikâyede (muhtemelen bir efsanede) ölümünden kısa bir süre önce keşişlerin önünde nilüfer çiçeğinin Buda’nın elinde nasıl açtığı anlatılır. Bu durum karşısında Mahakasyapa’nın dışında diğerleri şaşkındır. O, sadece gülümser. Bu, onun diğerlerinden ne kadar farklı olduğunu gösterir. Bu yüzden Buda, bütün bilgeliğini ve ruhunu Mahakasyapa’ya devrettiğini söyler. Bu hikâye aynı zamanda Zen Budizm’inin efsanevi kuruluş hikâyesidir. Efsaneye göre, Guatama 80 yaşında Kushinagar’da (günümüzdeki Hindistan başkenti Uttar Pradesh) yediği bozuk bir yemekten zehirlenerek dizanteriden ölür.
Onun bilgeliği kendi öğrencileri tarafından, sözlü olarak yayılmış ve ölümünden yaklaşık 200-300 yıl sonra da yazıya dökülmüştür.

Siddhartha, Kushinagar’da bir kasabada ölür ve Paranirvana’ya ulaşır. Buda’nın son sözleri şöyledir: „Ey keşişler, size söylüyorum: Her olgu, bir gün yok olmak zorundadır. Bu yüzden yorulmadan savaşın.“ „Olgu“ kavramı diğer çevirilerde „bileşik şeyler“ olarak verilmiştir.
Buda, ölümünden kısa bir süre önce kuzeni ve en yakın müridi Ananda’ya şöyle demiştir: „Sana daha önce de söylemedim mi Ananda? Sevdiğimiz her şeyden bir gün ayrılmamız gerekir. Doğan her şeyin bir gün yok olmaması mümkün müdür? Mümkün değildir, Ananda.“
Siddharta Guatama, Hindistan’daki (günümüzde de hala var olan) kast sistemini, sosyal gruplar arasındaki sınıf ayrımını kabul etmez. Öğrettiği bilgi yolu, onlar anlamaya istekli olduğu sürece bütün kadın ve erkeklere açıktır.

ÖZLÜ SÖZLERİ 

Ummaktan vazgeçtiğiniz zaman herşeye sahip olursunuz.

Ne denli az şeyiniz kalırsa,kaygılanacak o kadar az şeyiniz olur.

Bütün nesneler bir tek özden yapılmıştır, ama buna rağmen farklı tesirler altında aldıkları biçimlere göre birbirinden farklı olmaktadırlar. Kendilerini biçimlendirdikleri gibi hareket etmekte ve hareket ettikleri gibi olmaktadırlar.

Fakat şayet doğru yaşayan ve karakteri sağlam bir arkadaş bulamazsa, daha iyisi yanlız yürüsün.Tıpkı saltanat ve hükümet dertlerini arkasında bırakıp, ormanda yanlız bir filmisali hayat yaşıyan bir kral gibi.

Benlik her türlü düşmanlığın, haksızlığın, iftiranın, arsızlığın, hırsızlığın, soygunculuğun, zûlmün ve kan dökmenin başlangıcıdır.

Bir şeyi anlamak o şeyi bağışlamak demektir.

Önce kendi gideceğin yolu öğren, sonra öğretmeye kalk

Kendine bir ışık ol, kendi hakikatının içine doğru tut.

İnsanlar arasında nehri geçip karşı kıyıya ulaşan azdır. Büyük bir çoğunluk nehrin kıyısında bir aşağı bir yukarı doğru koşup durur.

Formlar, benlik/ruh değildir; algılama benlik değildir, kavrayışlar benlik değildir, mental oluşumlar ve hisler de "ben" değildir, hiçbiri "ben"/"ruh" değildir, bunların hepsi değişime tabiidir ve kalıcı değildir.

Nedensellik, etkileşim, koşullar ve ayırt edici algılama...Dört büyük element bunlardandır.

Fiziksel objelerin aslında kendilerinden gerçekliklerinin olmadığını öğretiyorum, bunların ancak zihnin ürünleri olduğunu söylüyorum, aslında hepsi bir hayaldir. Bunların duyularla algılandığı ve ayırt edildiği doğrudur fakat aslında diğer yandan hiçbirinin kendiliğinden kendi doğaları, gerçeklikleri yoktur. Onlar gerçekte görülmüyorlar ama zihin tarafından ‘tasarımlanıyorlar’. Bir bakıma kavranabiliyorlar ama bir bakıma da gerçekte kavranamıyorlar.

Nefret hiçbir zaman nefretle yok edilemez. Nefret sevgiyle yok edilir bu ölümsüz kanundur.

Öfkeyi sevgiyle, kötülüğü iyilikle yen. Açgözlülüğü cömertlikle, yalanı gerçekle yen.

Hınca hınçla cevap verilirse, hınç ortadan kalkar mı?

Uykuda yaşayan insanı uyandırmak için belirli şartların yerine getirilmesi gerekir. Belirli şartlar sağlanamazsa farkındalık oluşmaz.

İnsan isimlere, formlara ve maddesel dünyaya bağlanır ve onların zihnin bir yanılsaması olduğunu, zihinde oluştuğunu unutur ve hata yapar böylece zihnin özgürlüğü engellenmiş olur.

Bizim olan her şey düşüncelerimiz sonucundadır. Düşüncelerimizde kurulur,düşüncelerimizde oluşur. Eğer bir kimse kötü düşünceyle konuşur ya da davranırsa onu tıpkı tekerleğin kağnı çeken bir öküzü izlemesi gibi, acı izler.

Nedensellikler, zerreler, en küçük şeyler, madde, fiziksellikler hepsi gerçekte zihinde oluşan, zihnin oluşturduğu şeylerdir.

Sizi kendinizden başka hiç kimse kurtaramaz. Kendi kendinize ışık olun.

Bir şeye sırf kulaktan duydunuz diye körü körüne inanmayın, birkaç kuşaktan beri itibar görüyorlar diye, geleneklerin de doğru olduğuna inanmayın. Sırf hocalarınızın ya da rahiplerin otoritesine dayanıyor diye hiçbir şeye inanmayın. Ancak bizzat hissettiğiniz, denediğiniz ve doğru olarak kabul ettiğiniz, kendinizin ve başkalarının hayrına olan şeylere inanın ve tutumunuzu onlara uydurun.

Bu dünyayı bir hava kabarcığı bir serap gibi düşün. Dünyayı böyle gören kişiyi ölüm görmez.

Damı basit yapılmış bir eve yağmur dolması gibi, derin düşünmeyen beyine de tutku öyle dolar.

Derin düşünen bilge kişinin tek bir günlük yaşamı, bilgisiz ve kontrolsüz kişinin bütün bir yaşamından daha değerlidir.

Nasıl ki okçu okların düz olmasına özen gösterir,usta da dağınık düşüncelerini öyle toparlayıp yönlendirir.

Kimse 'nasıl olsa bana zararı dokunmaz' diyerek küçücük de olsa kötülük düşünmesin. Su damlalarının damlaya damlaya su kabını doldurması gibi, budala kimse de azar azar toplayarak kendini kötülükle doldurur.

Gökten altın yağsa insanın arzuları doyurulamaz. İsteğin küçük bir zevk verdiğini ve aslında acıya neden olduğunu bilen kişi, bilge kişidir.

Bizden nefret edenlerden nefret etmeden yaşayalım. Gelin, bizden nefret edenler arasında nefretten kurtulmuş olarak yaşayalım.

Sağlık en büyük hediyedir, doyumluluk en büyük zenginlik, güven en iyi akrabalıktır. Nirvana ise en büyük mutluluk.

Başkalarının kusurları kolayca görülür ama kendi kusurumuz görülmez; kişi komşusunun kusurlarını ayıklar bulur, kendi kusurlarını ise kumarda hile ile zar saklar gibi saklar.

Yaşayan varlıkların hepsi; zayıf, güçlü, uzun, kısa, büyük, orta veya küçük görünen, görünmeyen; doğmuş olan veya doğmakta olan, hepsi mutlu olsun! Kimse kimseyi aldatmasın, kimse kimseyi küçümsemesin, kimse kimseye öfke ile darılma ile zarar vermek istemesin.

Geçmişte kim olduğunu bilmek istiyorsan, şu an kim olduğuna bak. Kim olacağını bilmek istiyorsan, ne yaptığına bak.

Aklınla ve sağlıklı zihninle uzlaşmıyorsa hiçbir şeye inanma, onu ben demiş olsam bile.

Kin taşımak yanan bir kömür parçasını başkasına atmak için eline almak gibidir. Sadece kendini yakarsın.

Bırakmayı öğren. Mutluluğun anahtarı budur.

Övmek veya yermek bilge kişinin dengesini bozamaz.

Bir derdin varsa, derman bulmaya çalış; bulamıyorsan da, onu dert etme.

Buddha denizinin kıyıları yoktur.

Bu dünyayı yaratan, zihninizdir.

Ne anne, ne baba ne de herhangi bir akraba insana iyi yönetilen bir akıldan daha fazla yararlı olabilir.

Bir kişinin kendi kendini yenerek kazandığı zafer, bir başkasının savaşta bin kişiyi bin kez yenerek kazandığı zaferden daha iyidir.

Bütün biçimler gerçek dışıdır, bunu idrak edebilen kişi acılara tepki vermez; işte bu saflık yoludur.

Varlığın öteki kıyısına vardığında önce, sonra ve ortada olandan vazgeç.

Öfkeniz yüzünden cezalandırılmayacaksınız, öfkeniz tarafından cezalandırılacaksınız.

İnsan hayatı aslında acılardan ibarettir; bu acıların sebebi bencil ve doymak bilmez isteklerdir; insanın bencilliği ve istekleri sona erdirilebilir; sonuçta bütün bu doymak bilmez arzu ve iştah ortadan kaldırıldığında, ulaşılan durum nirvana olarak adlandırılır. Bencillik ve isteklerden kaçışın yöntemi, "Sekiz Katlı Asil Yol" diye adlandırılır: Doğru görüş, doğru niyet, doğru konuşma, doğru hareket, doğru geçim kaynağı, doğru çaba, doğru düşünme ve doğru meditasyon.